Canan Çakırlar*
Örgütlenmiş, yerleşik hayata dayalı, merkezi otoriteye sahip siyasi yapılarda söz sahibi kişi ve kurumlar sadece insanları değil hayvanları da kontrol altında tutmak ister. Bu kişi ve kurumlar, insanlar gibi hayvanların da yaşamasına, yemesine içmesine, çalışmasına, göçüne, ölümüne müdahale ederek güçlerini tescil ederler. İtaatsizliğe meyilli olan insanların otorite korkusunu hayvanları da kullanarak perçinlerler. Örneğin Nijerya ya da Çad’dan diplomatik veya kaçak yollarla getirilen zürafaları, çocuklar hayvanları tanısın diye eski saray bahçelerinde kurulan “modern” hayvanat bahçelerine kapatır. Anne-baba, “Çocuğum hava alsın, biraz da bir şeyler öğrensin, hem de eğlensin” (bir taşla üç kuş!) diye tek boş gününde çocuğunu buralara götürür. Ama çocukta küçücük kafes gibi bir yerde hapsedilen zürafaları gördüğü zaman uyanan his acımadır. Mesaj alınmıştır. Devlet o kadar güçlüdür ki gitmeyi hayal bile edemeyeceğimiz kıtalardan koskoca ve güçlü, doğada özgürce koşan yabani hayvanları alıp parmaklıklar ardına hapsedebilir, onları acınacak ya da gülünecek hallere sokabilir. Gerekirse aynısını insana da yapar o halde! …
Yerleşik hayat, tarım ve hayvancılığa dayalı karmaşık siyasi yapıların prototiplerine Ortadoğu tarihinde rastlarız. Bölgedeki arkeoloji, diller tarihi ve antik tarih araştırmalarının birçoğu ilk devletleri anlamaya odaklanmıştır. Bu araştırmaların hemen hepsi insan odaklı, antropolojik ya da tarih tezleriyle, milli ya da evrensel kültürel mirası anlamaya çalışır. İlk devletlerin oluşmasıyla ilgili araştırma ve tartışmalarda tarım ve hayvancılıktan sıkça bahsedilse de bu tartışmalar hayvanların, yani insan olmayan duyarlı canlıların tarafından pek bakmaz konuya. İnsan-hayvan ilişkileri söz konusu olduğunda hayvanlar “ekonomik kaynak” olarak görülür. Bu tam da devletin bakış açısıdır. Yazının ilk ortaya çıkışından beri, saray-tapınaklar sürüdeki koyunları saymakla, çobanın baharda kaç koyunla döneceğini hesap etmekle meşguldür.
Devlet köklenir, genişler, toplumsal kurumlar değişirken, hayvanlara nasıl davrandı? Onları halklarla olan ilişkilerini düzenlemek için nasıl kullandı? İşte arkeoloji ve tarih bize devlet-hayvan ilişkisinin devlet-insan ilişkileriyle paralellikler gösterdiğini, eşitsizleşen toplumların, erilleşen kurumların güç ve zenginliğe diğer canlı ve cansız varlıkların yanı sıra, hayvan bedenlerine de müdahale ederek nasıl ulaştıklarını gösterir.
EMEKÇİ HAYVANLAR
Sığırın tarla sürebilmesi için öküze dönüştürülmesi gerekir. Yani küçük yaşta iğdiş edilir. Böylece kasları güçlenebilir ama azmaz ve huysuzluk etmez. Hem köleleşmesi kolay olur hem de toprağı daha verimli hale getirebilecek gücü artar. İğdiş eden ve öküzü yetiştiren genelde eril kişiler, öküzler üzerinde kurdukları hâkimiyet üzerinden, yani hayvanın acısından kaynaklı olarak insanlar arasında itibar kazanır. Öküzün sürdüğü tarla daha verimli olduğundan tarla sahibi kişi veya kurum zenginleşir, onlar zenginleştikçe itibar ve güç alanları genişler. Öte yandan öküz tarlayı sürmektedir, hatta “öküz”, kaba bulduğumuz insanları aşağılamak için kullandığımız bir sıfattır.
Evcilleşmeden sonra sığır, eşek, at, deve gibi hayvanlar emekçi de olmuşlardır. Ünlü İngiliz arkeolog Andrew Sherratt’ın deyimiyle bu teknolojik devrim, siyasi yapıların egemenlik bölgelerini genişletmelerine, dar alanlardan çok miktarda tarımsal ürün elde edip daha fazla yerleşik insanı besleyebilme yetisi kazanmalarına yol açmıştır. Gelir ve fırsat eşitliklerinin azalmaya başlaması da hayvanların köleleştirmesi ile aynı zamanlara denk gelir.
Aşağı Mezopotamya’da toprak sahipliği, mega inşaat projeleri (zigguratlar, sulama kanalları), değerli metal ve taş ticaretiyle zenginleşmiş tüccar-hükümdarlar, daha MÖ 3’üncü binyılda, yani Erken Tunç Çağı’nda, ölürken bile öküzlerini kendileriyle beraber öldürme yoluyla, hısım ve akrabalarının sosyal statülerini son kez artırma gereği duymuşlardır. Görünen o ki, öküzler kağnıda da kullanılmıştır…
SAVAŞTA HAYVANLAR
Büyükbaş hayvanlar savaşlarda çeşitli görevler üstlenirler, daha doğrusu bu görevler onlara insanlar tarafından verilir. Savaş hayvanlarından en önde gelenleri Timur’un ya da Hanibal’ın filleri gibi ün sahibi hayvanlar olsa da pek çok eşek, at, öküz, hatta koyun savaşta cepheye malzeme taşımış, kahraman şövalyelerin altında hayatlarını kaybetmişlerdir. Bazılarına insan sahipleriyle birlikte gömülme şerefi bahşedilmiştir. Ortadoğu’da atlarla insanların adeta atılmış halde beraber bulunduğu, Tunç Çağı’na ait mezarlar bulunmuştur. Bunlardan çok daha fazlasını, bir Kafkasya ve Orta Asya geleneği olan kurgan adı verilen anıtsal toprak mezarlarından biliyoruz. Savaşlar esnasında yaşanan zorunlu göçlere hayvanlar da katılmış ya da yola tek başına çıkmış, yollarda susuzluk, bakımsızlık ve tükenmişlikten acı çekerek hayatlarını kaybetmişlerdir.
Bunlara ek olarak, genelde işgalci ordunun askerleri tarafından örneğin yiyecek sıkıntısı, açlık gibi nedenlerle normalde eti tüketilmeyen hayvanların avlanması da yine savaş ve işgaller sırasında gerçekleşebilir. Örneğin, su ve deniz kaplumbağaları Doğu Akdeniz’de, Nil, Asi, Fırat ve Dicle gibi akarsularda yaygın olsa da çok sık tüketilmemiştir. Fakat Demir Çağı’nda Asur egemenliğine giren bazı yerleşimlerde birdenbire kaplumbağa avına başlanmış, bu kaplumbağalar sembolik anlamlar kazanmış, mezarlarda insanlarla bir arada gömülmüşlerdir. Söz konusu kaplumbağalar bir metre uzunluğa kadar varabilen devasa sürüngenlerdir.
DİPLOMATİK ELÇİLER
Soğuk Savaş sırasında nesli tükenmekte olan hayvanlar, Batı’daki araştırma enstitülü hayvanat bahçeleriyle işbirliği yapılarak “kurtarılırdı”. Kurtarma derken, tabii kendimizden kurtarıyoruz. Bu hayvanların en ünlüsü ana vatanı Çin olan panda. Çin Halk Cumhuriyeti pandaları batı ülkelerine ödünç vererek (aslında kiralayarak) onları diplomatik hediye haline getirmişti. Pandalar diplomatik pazarlıkları yumuşatmak için kullanılırken, batıda komünistlerle aramız gittikçe iyileşiyor, üstelik aramız ne kadar kötü olursa olsun, “çevre, koruma, hayvanseverlik gibi değerler evrenseldir” demeye getiriliyordu. Aynı zamanda bilim-teknikte olan üstünlük yediden yetmişe, her türlü politik görüşe sahip insana sevimli panda dolayısıyla bir kez daha ispatlanmış oluyordu.
Hayvanların uluslararası diplomasiye alet edilmesi MÖ 2’inci binyılda çoktan başlamış görünüyor. Elimizde yazılı kaynaklar olmasa da MÖ 3’üncü binyılda Afrika’da evcilleştirilip hemen akabinde Filistin’e getirilen eşekler böyle bir amaca hizmet etmiş olabilir. Pazarlıkla alınıp verilmeleri bir yana, bu eşeklerden bazılarının insanlarla beraber gömülmeleri, yaşarken onların statülerine katkıda bulundukları anlamına geliyor olabilir.
Mısır’ın Teb şehrinde bulunan pek çok mezardan birinin duvarlarında Suriyelilerin tasma takılmış bir boz ayıyı ve bir Asya filini amfora ve benzeri ticaret ürünüyle birlikte Mısır’a getirdiği tasvir edilir. Bu duvar resmi New York’taki Metropolitan Müzesi’nde yerini alana kadar, asil ve varlıklı bir insan olan Teb Valisi Rekhmire’ın mezarını süslüyordu. Bu sıralarda Mısır Suriye’yi ya işgal etmiş ya da sürekli saldırılara maruz bırakıyordu. Yazının geri kalan kısmında fillerden bahsedeceğim ama buradaki boz ayı da dikkat çekici. Ortadoğu’daki hemen her arkeolojik alanın kalıntıları arasında kemikleri bulunan bu tür, aslan, at, sığır gibi diğer büyük hayvanların aksine ikonografide kendini pek göstermez.
HAYVANLARIN EFENDİSİ AVLAKLARDA BELLİ OLUR
Suriye’de yaşayan filler Mısır’a diplomatik hediye olarak getirilirken, firavunların Suriye’de sergiledikleri güç gösterilerinin en etkileyicilerinden biri Asi Vadisi’nde gerçekleşen fil avlarıydı. Fil avı, egemenlerin insanlara olduğu gibi, güçlü ve büyük hayvanlara da hükmedebildiklerini göstermek amacını güdüyordu. Avladıkları fillerin sayısıyla övünenler sadece Mısır firavunları değildi. Asur hükümdarları, MÖ 10 ve 9’uncu yüzyıllarda yazdırdıkları yazıtlarda otuz ila elli altı fil öldürdüklerini söylüyorlardı. Asurlular sayıyı abartmış olsalar bile bu fillerin benzerlerini belki de bunların bazılarının iskeletlerini Ankara’daki Doğa Tarihi Müzesi’nde ya da Kahramanmaraş Müzesi’nde ziyaret edebilirsiniz. Bu iskeletler Maraş’ın Gavurgölü’nde, gölün Türkiye Cumhuriyeti tarafından ıslah edilmesi sonucunda bulunmuştur. Yine bu fillerden en az bir tanesi radyokarbon yöntemiyle MÖ 8’inci yüzyıl civarına tarihlenmiştir.
Bizim müzelerde sergilediğimiz gibi o dönemin yönetici sınıfı bu fillere ait iskelet parçalarını Amik Ovası’nın ortalarında yer alan Alalah ve Suriye’de yer alan Qatna gibi başkentlerin saraylarında sergilemişti. Alalah’ta işlenmemiş iki fildişi de sarayın salonunda, belki de elçilerin, güçlü tüccarların kabul edildiği özel bir mekanda alanın eski kazıcısı Woolley tarafından bulunmuştu.
SÜRGÜNDEKİ FİLLER VE YOK OLUŞ
Maraş filleri ya da Suriye filleri yarı evcilleşmiş Asya filleriyle akraba ancak; Asi ve Fırat nehirleri boyunca kazılan höyüklerde kemiklerine MÖ 1800 ile 700 yılları arasında rastlanıyor. Malatya’daki Arslantepe, Adana’daki Sirkeli, Hatay’daki Alalah gibi Tunç Çağı merkezlerinde ortaya çıkıyorlar. Bir de şimdi Gavur Gölü’nün yerinde olan tarlalardan… Kuvvetle ihtimal ki, Suriye fili, tüccarlar ve devlet görevlileri tarafından Asya’dan yarı-evcil olarak, avlaklara ve hayvanat bahçelerine konmak için getiriliyor Suriye’ye.
Asya filleri yetiştirmesi kolay hayvanlar değil, kısa süre içinde doğaya dağılıyor ve orada ürüyorlar. O zamanlar Ortadoğu’da çok sayıda ormanlık alan, bataklık ve göl olduğu için filler buralara yerleşiyorlar. Bu durum bize romantik bir fikir gibi gelebilir. Qatna ve Alalah’ın hükümdarlarına geldiği gibi… Ama zapt etmesi kolay olmayan bu dev otçullar Ortadoğu’nun tüm ekolojik dengelerini alt üst etmiş olmalı. Asi ve Fırat nehirleri boyunca yüzlerce yerleşimin arasında özgürce salınıp tonlarca ot yiyen bu sürüler tarlalara girmiş, koyun ve sığırların yayıldığı otlaklardan yararlanmış, dolayısıyla tarım ve hayvancılığa dayalı geçim ekonomisini sarsmış olmalılar. O halde devletin ya da halkın bu fillerden kurtulmak dışında bir çareleri kalmıyor! Filler öldürülüyor, dişleri sökülüyor ve bin yıllık fil macerası MÖ 700 gibi sona eriyor. Ortadoğu’dan daha sonra dönem dönem pek çok filin geçtiğini yazılı kaynaklardan ve İstanbul Yenikapı’daki kazılardan biliyoruz.
ANTROPOSEN’E BAĞLAMAK
Bu konuyu Arkeo Duvar’ın Antroposen sayısında tartışmamın sebebi, yaşadığımız çağ olan Antroposen’in binlerce yıldır zaten devam ettiğini göstermek değil. Bahsettiğim örnekler çarpıcı olsa da bugünle kıyaslamak doğru olmaz. Bugün tek seferde yüz bin (evet 100 bin adet!) balık tutabilen dev gemiler okyanusları talan ediyor. Devletin askeri, iç savaş sırasında azınlık sayıp hor gördükleri vatandaşların sürülerini ahırlarında diri diri yakıyor. Her yıl binlerce fildişini uluslararası ağlarda satan devlet bağlantılı çeteler, fillerin anahtar tür olarak görev yaparak koruduğu ekosistemleri de yok etmiş oluyorlar. Batı zenginleştikçe, Afrika’da zaten bedenleri küçücük olan sığırlar açlık ve susuzluktan telef oluyor. Ekosistemleri bilinçli olarak yerinde yok eden uluslararası şirketlerin devasa çıkarları hem insanlar hem de hayvanlar için cehennemî sonuçlara yol açıyor. Sulak alanları kurutarak sanayi sitesi ya da havaalanı inşa etmek, hayvancılıkla geçinen halkların ormanlarda sürü otlatmasını yasaklamak, maden arayıp, baraj yapıp nehirlerden yararlanan her türlü organizmayı topyekûn yaşam alanından etmek gibi eylemler de yukarıdan gelen emir ve izinlerle halloluyor. Bunun yanı sıra, devlet ve devlet gibi organize güç toplayıcıları Antroposen bilincinin artırılması yolundaki adımları sekteye uğratmak için elinden geleni yapıyor. Legal veya illegal yöntemlerle plastik tüketiminin azaltılması, hayvan hakları, çevre koruması gibi acil konuları ertelemek de devletin dolaylı ölümcül taktikleri arasında.
Bu yazıda amacım, Antroposen’in en büyük sorunu olan iklim adaletsizliğine yol açan eşitsizliklerin sorumlularının hepimizden çok, yöneten ve aşırı tüketen bir kesim olduğunu ilk devletlerin tarihinden hareketle arkeolojik ve yazılı kaynakları kullanarak göstermekti. Diğer amacım ise, bu zümrenin insan yaşamına pek bir duyarlığı olmadığı gibi, hayvanları, yani dünyayı paylaştığımız diğer duyarlı yaratıkları da güçlerinin uzantıları olarak gördüklerini anlatmak. Bazı insanların insan olmayan canlılarla kurdukları ilişkiler yaşadığımız ekolojik krizin temelinde yatıyor, bunun artık hepimiz farkındayız. Hayvanların biyolojik ve davranışsal özelliklerini kullanarak şiddeti yücelten, toplumda köklenen eril hiyerarşiyi keskinleştirmek uğruna, hayvan bedenlerine de şiddet uygulayan devlet ve devletsi yapıların kökenini arkeoloji ve tarih yoluyla okuyarak bu farkındalığa derinlik kazandırılmalı. Kısacası, devir başka devir olmalı!
*Groningen Üniversitesi, Institute of Archaeology